GÖĞÜN RENGİ
"Yukarıda Mavi Gök,
"Aşağıda Yağız Yer..."
Göktürk Yazıtları
Göğün rengi ve Tanrının rengi:
"Tengri", yani Tanrı sözünün, başlangıçtan beri Türklerde, gök kubbesini ve hatta, gök maviliğinin sonsuzluğunu ifade ettiğini söylemiştik. Çinliler de, hem gök ve hem de Tanrı için aynı sözü yani "Tien" deyimini kullanıyorlardı. Moğollar'da, Çin'in bu tesirinden kurtulmamışlardı. Moğolca'da "Tengri" yani Tanrı sözü XII. Asırda bile, henüz daha gök anlamına geliyordu. Türkler ise, göğe bir renk vererek çoğu zaman "Gök Tengri", yani "Gök Tanrı" deyimini kullanıyorlardı. Göğü, böyle renk verme yolu ile ifade etme, Türklerde görülen bir adetti. Böyle bir renklendirme, Moğollarda yoktu. Bununla beraber Moğollar da, hükümdarla ilgili yazılara, defter ve kitaplara "Kökö-bicik" veya "Kökö-debter" derlerdi. Bu yazıların "Gök rengi ile renklendirilmesi" de onlara verilen büyük önemi gösteriyordu.
Güney Sibirya'daki Türk halkları tarafından söylenen efsanelerde gök rengi, önemli bir yer tutuyordu. Onlara göre dünya topraklarının bittiği yerde, sonsuz bir "Mavi deniz" vardı. Bu denizin adı da "Kök-Tengiz", yani "Gökdeniz" idi. Bu efsanelerde geçen hükümdarların adları da "Kök-Katay", "Kök-Han" gibi, gök rengi ile sıfatlandırılmış, efsanevî hükümdarlardı. Yine bu efsanelerde, uçabilen ve konuşabilen birçok atlara ra rastlanıyordu. Bu kısrakların çoğunun renkleri de, yine gök idi. Dede Korkut Kitabında hikâyelerde de, bunların pek çok örnekleri vardır.
Öyle anlaşılıyor ki başlangıçta Türkler yalnızca "Gök" demiyorlar ve iki sözden meydena gelen "Gök Tanrı" deyimini kullanıyorlardı. Bununla beraber, Göktürk yazıtlarının bazı yerlerinde bile göğe, yalnızca "Kök" dendiği de görülmekte idi. Zaman geçtikçe, gök sıfatının önündeki "Tanrı" büsbütün kalkmış ve göğe yalnızca "Gök" denmeğe başlanmıştı. Uygur çağında ise sema için, yalnızca "Kök" denip geçiliyordu. Çünük artık Tanrı sözünün de yeni anlamları vardı ve bunları birbirinden ayırmak gerekiyordu.
"Yer" in de kutsal bir rengi vardı:
Başlangıçta gök nasıl renklendiriliyorsa; yere de, aynı şekilde renk veriliyordu. Eski Türkler, göğe "Kök Tengri" derler iken; yere de "Yağız Yer" diyorlardı. Eski Türkçede "Yağız" sözü, "Toprak rengi" anlamına gelirdi. Anadolu'da da, "Yağız Delikanlı" dendiği zaman, ilk hatıra gelen şey de, "yüzü doğuştan ve güneşten toprak rengini almış bir genç" olurdu. "Yağızlık", gençliğin, kuvvetin ve kahramanlığın da bir sembolü idi. Fakat bu renk, bazı İstanbullu şairlerin anladığı gibi, hiçbir zaman siyah anlamına gelmemişti. Gök ve mavi gibi yağız renk de, Türkler için kutsal renklerden biri idi. Eski Türkler bazan da yer ve gök sözünü bile kullanmadan, onları yalnızca renkleri ile ifade ederlerdi. Meselâ "Köklü yağızlı". "Göklü yağızlı" deyimi, "Göklü ve yerli" bir dünyayı ve o dünyanın insanlarını ifade ederdi.
"Gök" kutsallığın, "Yeşil" ise ölümlülerin rengi idi:
Göğe yalnızca "Gök" denmeğe başlandıktan sonra, ortaya yeni meselelerde çıkmaya başlamıştı. Gerçi gök kelimesi bir rengi ve maviliği ifade ediyordu. Fakat Türkler bunu çoktan unutmuşlardı. Kutsal ve önemli şeyleri renklendirme, Türk edebiyatının değişmez bir adetiydi. Bu sebeple XI. asırda göğe "Yaşıl Kök", yani "Yeşil Gök" denmeğe başlandığını da görüyoruz. Gerçi Türkler İslâm dinini kabul etmişlerdi ve bu sebeple de, gök ile yer hakkındaki fikirleri epeyce değişikliğe uğramıştı. Buna rağmen Türklerin, eski fikirleri ile, İslâmiyetin getirdiği yeni görüşleri, birbiri ile uyuşturmağa çalıştıklarını da görmüyor değiliz. Meselâ Kutadgu-Bilig, Tanrıdan söz açarken şöyle diyordu:
"Yaşıl kök yarattı, öze yulduzı". Yani (Tanrı) mavi gök yarattı, üstüne de yıldızı. "Burada karşımıza çok önemli bir mesele çıkmaktadır: Şair bu mısralarında, eski Türkler ve hatta Altay Şamanistleri gibi, gök ile yıldızları, birbirlerinden ayrı iki âlemmiş gibi kabul ediyordu. Ona göre, "Gök kubbesi başka; güneş, ay ve yıldızlar âlemi ise, bambaşka dünyalar idiler". Az sonra "Gök kubbesi" ile ilgili bölümümüze gelince, bu konuya daha geniş olarak aydınlatmış olacağız.
"Yüce Tanrı", sonsuz gök maviliklerinin ötesinde idi:
"Gök Tanrının bizzat kendisi değildi": bunu az önce Türk edebiyatında örnekler vererek göstermeğe çalışmıştık. Aslında Türk mitolojisinde birer maddî dünya olan Gökle yar arasında, belirli bir ayrılık da yapılmamıştı. Tanrı, kendi rengini göğün maviliğinden almıştı. "Fakat bu gök, bir kubbe ile kapanmış ve yıldızlar âleminden ayrılmış olan gök değil; sonsuz maviliklere bürünmüş olan uzay ve kâinat idi". İran mitolojisinde de, güneşi, yıldızları ve göğü yaratan Hürmüz (Ormazd) idi. Fakat onun karşısında ikinci bir kuvvet bulunuyordu. Yeri yaratan ve yerlerin sahibi "Ehrimen" vardı. Türk mitolojisinde ise yer ile göğün yaratılışı, ikinci bir gök, yani sonsuz uzay maviliği ile ilgili idi.
3. GÖK FEZADAN AYRI İDİ
"Ol Felekte dün olmaz,
"Ay, gün doğup dolunmaz!..."
Yunus Emre
Türklerin feza ile göğü birbirinden ayırmaları:
Uçsuz ve bucaksız gök kubbesinin altında, dünya ile ilgili bir de gök boşluğu vardı. Eski Türkler, dünyaya değen bu boşluğa, daha doğrusu "Hava" ya "Kalıg" veya "Kalık" derlerdi. Kalgıg'ın sonsuzluklara kadar uzanan büyük gökle ilgisi yoktu. Yine Türklere göre kalıg, yani "Hava", büyük gök gibi kutsal da değildi. Gerçi, bulutlar kalıg'da gezer, şiddetli yağmur ve dolular hep kalıg'dan gelirdi. Fakat herkes kuşları ile kartalların dolaştığı, keskin gözleri ile av aradıkları yer, gök ile bulutların arasıydı. "Yeryüzü, nasıl insanların ve diğer canlı varlıkların yeri ve yurdu ise; kalıg, yani hava da kuşların uçuştukları, gezindikleri ve hatta barındıkları bir bölge idi". Bu sebeple hava adetâ yeryüzünün bir parçası gibi görülüyor ve düşünülüyordu. Bunun içinde eski Türk kitapları kuşlardan söz açarken, onlara "Kalık kuşları" derlerdi. Eski Türkler, insanların yaşadığı dünyaya genel olarak "Acun" adını verirlerdi. Kuşların gezdiği hava da, Acun'un bir parçası idi.
Kuşların uçuştuğu "Hava boşluğu", Dünya'dan sayılıyordu:
Bunun için de, bu bölgeye bazı Türk kitapları, "Acun kolluk" yani dünyanın havası, göğü adını vermişlerdi. Çince eserlerden tercüme edilen eski türkçe kitaplarda kalık sözü, genel olarak çince, "kung" deyimi ile karşılanmıştır. Bu deyim de genel olarak, "Boşluk" anlamına gelirdi. Bununla beraber, "Sonsuz gök boşluğu" nu ifade etmesi için de, bu kelimeye bazı sıfatlar ilâve edilirdi.
Eski Çinliler, Hunların ve Göktürklerin yuvarlak ve kubbeli çadırlarına "Kiung-lu" adı verirlerdi. Bu deyimin etimolojisinin, "Kubbe" olması da çok muhtemeldir. Eski Ortaasya'da gök kubbesi ile çadır kubbesi, halk inanışlarında beraber gidiyorlardı. Ayrıca farsçadaki "Gerdek" sözü, "Kubbe" veya "Kubbeli bir bina" anlamına geliyordu. Türkler ise bu sözü "Gerdeğe girme" deyiminde, daha başka bir anlama kullanmışlardı. Böyle bir anlayış aslında farsçada yoktur. Gelin ile güveyinin bir çadır kubbesi altında buluşmasını Türkler, onunla benzetirmişlerdi. Aynı zamanda bu kubbe, gök kubbesi gibi de farzedilebilirdi. Görülüyor ki, bu meseleler o kadar basit değildir. İnsan ruhunun derinliklerine göre, tefsir edildikçe edilebilirlerdi. Bu da bize, Türk kültürünün ne kadar geniş ve ne kadar derin bir konu olduğunu gösteriyordu.
Altay Türkleri ise havaya "açık orın" yani "açık orun" , "açık yer" demişlerdi.
Gökle yerin sınırı, "Gök kubbesi" idi:
Kuşların uçuştuğu hava boşluğunun, tanrının ışıklarına ve tıpkı yeryüzü gibi, onun her türlü yardımlarına ihtiyacı vardı. Havada uçuşan canlılara hayat veren de, havanın çok üstündeki aydınlık ve kutsal âlemdi. Bunun için de eski Türk şiirleri şöyle diyordu:
"Dolun olsa da ay, Acun'a gelse dolsa,
"Acun ile havası, tamamen aydın olsa!"
Yine Türklere göre, dünyayı ve onun üstünü saran havayı, yalnızca güneş ve ay aydınlatmıyordu. Türlü türlü yıldızlarla, burçlar da dünyaya ışık veriyorlardı. Aslında "Oğlak" , "Balık" ve eski türkçe "Könek", yani "Kova burcu" gibi yıldız burçları, ışık vermeyen gezegenlerdi. Buna rağmen eski Türkler, bu burçlarında canlı olduklarına ve ışık verdiklerine inanıyorlardı. Eski bir Türk şiirinde, şöyle deniyor:
"Yine geldi Oğlak, Koca, hem Balık,
"Bunlar doğdu, aydınlandı hep Kalık!"
Dünyayı saran hava, yani Kalık, gök ile dünya arasında kalıyordu. Havanın da, kendine göre bir kubbesi vardı. Bu kubbe Acunu kutsal gökten tıpkı bir çatı gibi ayırıyordu. Herhalde bundan ileri gelecek ki, eski Türkler "Evin çatısı" na da kalık diyorlardı. Hatta bazıları, bu sözün anlamını, "Tavan arası" şeklinde de açıklamak istemişlerdi. Gerçekten de hava tabakası, dünya ile uzay arasında tıpkı bir tavan arası gibi idi.
4. "GÖK ÇIKRIĞI" VE "FELEK"
"Felek Uğurlu döner,
"Gece gündüzü örter!..."
Çok Eski bir Türk Şiiri
İslâm dünyasındaki "Felek" ve onun çoğulu olan "Eflâk", eski Türk mitolojisinde de yeri olan, önemli bir konu idi. Felek, genel olarak, yalnızca gökyüzü için söylenmiş bir deyimdi. Felek sözünün çoğulu olan eflâk ise, ayı, güneşi ve bütün yıldızlarla gezegenleri de içine alan bir deyimdi. İslâm âlemi, yıldızları da içine alan fezaya, çoğulla nasıl Eflâk diyorlar idiyse; Türkler de bu sonsuzluğa "Kökler" yani "Gökler" diyorlardı. Türk mitolojisinde göklerde Hanlık eden kahramanlardan söz açıldığı zaman, bunlara da "Kökler Kanı" yani "Gökler Ham" denirdi. Bugünkü türkçemizde de "Gökler hâkimi", v.s. gibi, diyegeldiğimiz deyimlerimiz de, bu alışkanlıkların sonucu olsa gerekir.
Önasya'nın yüksek kültürlerine göre Felek, durmadan üzerimizde dönen gök kubbesinden başka bir şey değildi. Bu astronomik inanış, esas itibarı ile Ptoleme, yani Batlamyus'un astronomik nazariyesine dayanıyordu. Araplar ve İranlılar, gök kubbesinin durmadan döndüğüne inandıklarından bu dönüş haline "Gerh-i Felek" demişlerdi. Türkler de bu deyimi türkçeleştirerek "Çarkı Felek" yapmışlardı.
Eski Türk ise durmadan dönen bu gök kubbesine "Gök Çığrısı" diyorlardı. Eski Türkçede "Çığrı" sözü, değirmen, su dolabı gibi, aletlerin çarkları için kullanılan bir deyimdi. İp eğirmek için kullanılan çıkrıklarla, ip makaraları da bu adla anılırlardı. Bugünkü türkçemizde kullandığımız "Çıkrık" sözü de, çığrı'nın bir küçültme eki ile türemesinden başka, bir şey değildir.
X. veya XI. asırda söylenmiş olan şu eski Türk şiiri, türklerin felek ve gök çığrığı hakkındaki düşüncelerini, bize açıklar bir durumdadır:
"Tüngri ajun törütti,
"Yulduzları çerkeşib,
"Çığrı edh tezginür,
"Tün kün üze yörgenür".
"Tanrı Acun yarattı,
"Yıldızlar sıralanır,
"Felek uğurlu döner,
"Gece gündüzü örter".
"Gök Çıkrığı" nın dönüşü, insanlara iyi veya kötü talih getiriyordu:
Bu şiir, bize çok şeyler öğretiyor. Unutmayalım ki İslâmiyetten sonra da Türkler, talih ve kaderlerini hep feleğin dönüşüne bağlıyorlardı. Bütün kötü kaderler, "Kahpe Feleğin" bir oyunu idi. Kötü şanslardan sonra, iyi günlere kavuşabilmek de, yine feleğin tabiatından ileri geliyordu. Bu şiirde, "Tanrı Acunu yarattı, gök çığrısını, yani felek de uğur verir bir şekilde dönmektedir", deniliyor. Zaten şair, şiirinin başlagıcından beri, Tanrı'ya teşekkür etmektedri. Bunun için de, her şeye rağmen, feleğin iyi döndüğünü kabul ediyor. Eğer Tanrı isteseydi, gök çığrısını, yani feleğin çarkını, insanlara daha çok kötülük verebilecek bir şekilde de döndürebilirdi.
Türkler, çarkı feleğin dönüşünü, "tezginmek" fiili ile karşılıyorlardı. İnsanlar da bir şeyin etrafından döner ve ona saygı gösterisinde bulunurlarsa, bu işi de aynı fiille ifade ederlerdi. Kâbenin etrafında dönüş ve Kâbeyi tavaf ediş de, bir nevi "tezginmek" idi. Tabiî olarak felek, çok da çabuk dönüyordu. Bu sebeple bu fiil, çabuk dönme halini de içinde topluyordu. Bu şiire göre, "Gök çevresi, kendi etrafında böyle dönerken, yıldızlarda birbiri arkasına takılıp, bir sıra ve düzen içinde dönmekte idiler. "Yıldızların böyle sürü halinde; fakat sıra sıra ve düzen içinde dönmelerine de Türkler "Çergeşmek" derlerdi. Anadolu'daki "Çerge" sözünün aslı da, buradan gelir.
"Gece" ve "Gündüz" de, Gök Çıkrığı ile beraber dönüyorlardı:
Konu bununla da bitmiyordu. Gökteki Çarkı felek kendi etrafında dönerken, onun yanında bir dönüş de vardı ki, bu da "Gündüz ve gecenin dönüşleri" idi. Şiirin son satırındaki, "gece, günüdüzü örter" cümleside, bize çok şeyler ifade eder bir duruma idi. Bu şiiriden açık olarak anlaşılıyor ki, "Türkler gündüz halini de, aydınlık bir kubbe gibi düşünüyorlardı". Bunun üstünde de, çarkı felek ve yıldızlarla beraber, gece de dönüyor ve karanlık dünyayı örtüyordu. Bunun için şiirde, "gece, gündüzün üstünü örter" denmesinin manası bu olmalıdır. Esasen Çin ve Ortaasya kültürünü tanıyanlar için, bu bir yenilik değilidir. Çin'de "Yang" (Aydınlık) ile "Ying" (Karanlık) prensiplerinin, devamlı olarak yer değiştirmeleri de vardır. Bu dönüş, gökte kendi kendini tamamlıyordu. "Türk Takvimi)de, bu anlayış üzerine dayanıyordu. Gök, 12 parçaya ayrılmış ve parça da bir hayvanla sembolleştirilmişti. Aynı zamanda bu on iki parça. 12 burcu da temsil ediyordu. Biz burada Türk takvimini yeni baştan anlatacak değiliz. Fakat şunu, hatırlatmakta da fayda vardır: "Türklerde, Gök Çıkrığı ile ilgili inançlar, yalnızca mistik düşüncelerin sonunda doğmamıştı. Türklerin Gök Çıkrığı dedikleri Çarkı felek, Türk takviminin de esasını teşkil eden bir prensip idi.
Türkler, Gök Çıkrığı ile Felek'e sonradan "Evren" dediler:
Karahanlı devleti çağında, Türkler arasında bir "Evren" deyiminin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu deyim bütün metinlerde, "Evren evrilür" yani "Evren döner" şeklinden geçiyordu. Öyle anlaşılıyor ki bu "Evren" sözü de, "evirmek", yani evirmek çıkarmak fiilinden bir isim olarak türemişti. Eski Türk şairi şöyle diyordu:
"Evren oluverdi, Bey'e verdi taht;
"Tanrı tutu versin, bu taht ile baht."
Yani şaire göre, "Evren oluverince ve iyi gidince, hükümdar da taht bulabiliyordu. Bunun için de feleğin insana gülmesi lâzımdı. Fakat feleğin bir defa verdiği bu tahtı tutabilmek için de, Tanrının insana baht ve talih vermesi lâzımdı. Niceleri vardı ki, feleğin verdiği taht üzerinde canlarını kaybetmişlerdi".
Yine eski Türklere göre, Evren, yani felek dönerken, dünya da onunla beraber dönerdi. Eski Türk şairi şöyle diyordu:
"Sen ne kadar söylersen, Dünya tükenir gider,
"Kalır ancak yazarsan, Acun Evrenle döner!..."
Bu yeni anlayışla Türkler artık Ptoleme'nin astronomik düzeninin içine girmişlerdi. "Gök yıldızlar ve dünya, hep dönmekte olan Acun'un içinde idiler. Dünya ise, içinde oturduğumuz ve gelip geçici dünyadır. Ebedî olan şey, yazılmış olan sözlerle acundur. "Yıldızlarla ilgili bölümümüzde de söylediğimiz gibi, Altay ve Batı Sibirya mitolojisine göre, "Burçlarla birlikte dünyada, Kutup yıldızının etrafında dönmekte idiler".
Türkler "Gök Çıkrığı"nı, bir "Yay" şeklinde düşünüyorlardı:
Oğuz-Kağan destanı ile ilgili bölümümüzde, göğün sembolünün "Altın yay" olduğunu söylemiştik. Karahanlı çağında Felek için, artık "Evren tuçı" denmeğe başlanmıştı. Bu deyimin geçtiği, Kutadgu-Bilig'deki eski türkçe şiir, şöyle diyordu:
"Yarattı kör, Evren tuçi evrilür,
"Anın birle tezginç, yime tezginür!..."
"Bu şiirin gerçek anlamı, şimdiye kadar Kutadgu-Bilig'i tercüme eden ve açıklayan yazarlar tarafından anlaşılamamıştır. Şair 'Evren' sözü geçtikçe, hep Evren tuçı'nın çevrildiğinden söz açmaktadır. Gerçi türkçede "Tuç" kelimesinin , "Tunç bronz" anlamına geldiğini biliyoruz. Fakat bu anlam ile, bir imkân yoktur. Şair ne diyordu? Yani çarkı felek tunçtan mı yapılmıştı? Böyle bir sonuca varabilmek için, tarihten ve etnografyadan bazı örnekler ve paraleller vermek gereklidir. Hint mitolojisinde gök, okla yere bağlanmış bir araba tekerleği gibi düşünülmüştü. Hint Vedalarında geçen bu örnek, Türk ve İslâm mitolojisine çok uzak kalıyordu. Tunçtan yapılmış bir Evren düşünmek, elbette ki dayanıksız ve tehlikeli bir yoldur. Kanaatımızca bunun açıklanması da, ancak yine Anadolu türkçesi sayesinde olabilecektir. Osmanlıların silâhlar üzerinde yazdığı kitaplarda "Tuç" veya "Tuc" sözü, yayın iki uçları anlamına geliyordu. Yayın ipi de bu iki uca bağlanırdı. Tahminimize göre Türkler Evreni bir yaya benzetiyorlar ve bu yayın, iki ucu ile ufukta döndüğünde inanıyorlardı. Oğuz destanında da bu benzetmenin bir örneğini görebiliyoruz: Oğuz-Han'ın veziri, rüyasında göğü baştan başa kesen altın bir yay görmüştü. Oğuzların Bozok boyları da, adlarını bu yaydan almakta idiler. Uygur harfleri ile yazılmış olan Oğuz destanında bu rüya, çok güzel olarak anlatılmıştır.
Evren'in dönüşünü anlatan şair, ayrıca Evrenle birlikte dönen, bir de "Tezginç" den söz açmaktadır. Az önce söylediğimiz gibi "tezginmek" eski türkçede "bir şeyin kendi etrafında dönmesi" anlamına geliyordu. Tezginç sözü ise, eski Türk sözlüklerinde "kıvrımlı ve büklümlü yol" anlamı ile karşılanıyordu. Bu cümle ile çarkı felek'in takip ettiği yoldan mı; yoksa insanların eğri büğrü kader yollarından mı söz açılmak isteniyordu. Maalesef gerçek manâsı şimdilik pek anlaşılamıyor. Çarkı feleğin dönüş halini ifade etmiş olması da muhtemel görülebilirdi.
5. MÜSLÜMAN TÜRKLERE GÖRE "FELEK"
İslâm Tasavvufunda "Göğün Katları", yukarıdan aşağıya doğru, şöyle sıralanmışlardı:
Dokuzuncu katın yukarısı: "Atlas".
Dokuzuncu kat: "Arş".
Sekizinci kat: Yıldız ve burçların bulunduğu ve döndükleri kat. Yedinci kat: 7 kattan meydana gelen göl katları.
Nitekim, Yunus Emre'nin söz açtığı, "Dokuz arslan u yedi evren-ü dört ejderha" deyimi, yalnızca gök katları ile değil; yıldız ve burç sayıları ile de ilgilidir. Bunun üzerinde derin olarak durmayacağız. Gök, durmadan döner ve göğün dönüşünden şu şeyler çıkardı: 1. Sıcak, 2. Soğuk, 3. Kuruluk, 4. Yaşlık, meydana gelirdi. Bunlardan da "Dört unsur" doğardı. Bu deyimleri bilmeden, eski Türk edbiyatını anlamanın imkânı yoktur.
Türkler "Felek"i, "Elek"e benzetiyorlar:
Türkler "Ebekuşağı" nı bir eleğe benzetmişlerdi. Bunun için de arapçadaki "Alâimi Sema" deyimi, türkçede "Eleğim-sağma" şekline girmişti. Ahmed Vefik Paşa gibi geniş bilgili bilginlerin fikri bile bu yolda idi. Aslında ise bu, bir halk benzetmesi ve etimolojisinden başka bir şey değildi. Fakat Türklerin "Felek"i, bir "elek" e benzettikleri de bir gerçekti.
Türk halk edebiyatında bunun birçok örneklerini görüyoruz. Ayrıca, bu iki söz arasında, bir kafiye benzerliği de vardı. Nitekim XVII. yüzyılda yaşamış olan Türk halk şairi Kul Adil, şöyle diyordu:
"Her insanda yetmiş ikidir melek,
"Feleğin misâli heman bir elek,
"Dört kapusı vardır, Oniki çırağ,
"Delilü burhandır uyabilürsen!"
Felek, insanları eleyip ayırması bakımından da bir eleğe benzetilmiştir. "Oniki çırağ"ise, "Oniki burç" dur. Yunus Emre, Felek'i göğün en üst yani Atlas katına uzatmıştır:
Felek-i Atlas'da durdum,
"Muhammed nûrunu gördüm,
"Yedi kezin cevlân urdum,
"Bu benim karağım anda!"
İranlı şair, Şeyh Mahmud Şebüsterî'nin Gülşen-i râz eserinin türkçe tercümesinde ise Felek, yalnızca "Arş" yani 9 uncu kat ve altındaki göklerle beraber dönmektedir.
Bu gökler Arş ile gerçi dönerler,
"Gâhi ağarlar u gâhi inerler!"
Bu sözlerle, göklerin dönmesi sırasında, alçalıp yükseldikleri de söylenmek isteniyordu. Türkler Felek'i bir yandan elek'e benzetirken, Yunus Emrede kendisinden önceki mutasavvıfların tesirinde olarak, Felek'i değirmene benzetiyordu:
"Dünya bir değirmendir ol çalaba fermandır,
"Azraildir demişler, ol unu öğüdüne!"
İslâmiyetten önceki çağlarda Türklerin de Acun, yani dünyayı bu anlamda kullandıklarını söylemiştik:
"Gökte gece olmaz" inancı, eski Türklerde de vardı:
Eski Türk inançlarında ve Ortaasya şamanizminde olduğu gibi Türk Tasavvuf edebiyatında da, "Göğün üst katlarında gece ve gündüz gibi bir ayrılık yoktu". Bu katlar, her zaman için aydınlık ve nurlu idi. Bunun örneğini de yine Yunus Emre'den alalım:
"Ol Felekte dün olmaz",
"Ay, gün doğup dolunmaz!"
Tasavvuf edebiyatındaki "Dokuz eflâk" deyimi ile "Göğün dokuz katı" söylenmek istenmiştir. Aynı deyimin içinde "Dokuz bruç" da gizlidir. Yunus Emre, buna "Dokuz arslan" diyordu. Avrupalılarda, meselâ Alman edebiyatında da "Neuen Planeten Kreis", yani "Dokuz gezegen çevresi" deyimi meşhurdur. Türk edebiyatında Felek için söylenmiş örnekler sayısızdır. Türk halk şairleri, yukarıda anlattığımız inceliklerin pek farkında değillerdi. Meselâ Pîr Sultan Abdal'ın bir şiirini buraya örnek olarak alalım:
"Gördüm Felek semalarda dönüyor,
"Talib olan mürşidinden kanıyor,
"Yüreğimde bir ot düştü yanıyor,
"Yanar, ya Muhammed, Ali çağırır!"
Eski Türklerde de "Dokuz kat gök" deyimi, hem çok yaygın ve hem de yerlidir. Zaman zaman "Dokuz burç" tan da söz açılmıyor değildi. Fakat Türklerle Çinliler, "Oniki burç" a daha çok önem veriliyorlardı. Çünkü bu anlayış, takvim düzenine de uygun geliyordu.
6. TÜRKLER VE SONSUZ FEZA
"Yeşil Gök yarattı,
"Üstüne de yıldızı!..."
Kutadgu Bilig
Tanrı, Uzayın sonsuzluğunda otururdu:
Burada "Uzay" deyimi ile, göğün mavilikleri içinde kaybolmuş, sonsuz bölgelerini anlatmak istiyoruz. Dünya, bir "Gök kubbesi" ile, sonsuz uzaydan ayrılmıştı. Türkler, Gök Kubbesi ile ayrılmış olan bu göğü, Uzaydan ayrı bir varlık olarak görüyorlardı. Onlara göre gök kubbesi, daha çok Dünya ve yer ile ilgili idi. Mitoloji bilimlerinde, "Uzay ile Dünyanın tümüne Cosmos adı verilir". Bilim adamlarına göre, "Dünya, Micro - Cosmos", yani "Küçük Âlem" dir. Yıldızların dolaştıkları gökler ile sonsuz Uzay ise, "Macro-Cosmos", yani "Büyük Âlem" dir. Türkler, genel olarak Gök Kubbesini, Dünya, yani Micro-Cosmos'la ilgili tutmuşlardı.
Türklerin, canlıların kaynaştığı ve kuşların uçuştuğu havayı, bu sonsuz kutsal mavilikle karıştırmağa gönülleri ve akılları el vermemişti. Bunun için de "Kalık" eski türkçede hemen üsütümüzdeki hava, yani Micro-Csmos idi. "Kök Kalık" ise göğün sonsuzluğunu, Macro-Cosmos'u ifade ede gelmişti. Yıldızlar âlemi de, bu göğün içinde idi.
Eski Türklerin "Üze-Kök Tengri" deyimi, Çinlilerin Şang-T'ien, yani "Yüksek, kutsal gök" deyimlerinin karşılığı idi. Cengiz Han'ın ataları olan Bozkurt ile güzel geyik de, bu yüksek ve kutsal gök'ten, (Yani moğolca De'ere Tenggeri'den) yere inmişlerdi. Bu yüksek gök, ay ile güneşin, yıldızların ve nihayet en üstünde de, Büyük Tanrı'nın oturduğu bir bölge idi.
Türklüğün eski ve büyük kültür hazinesi Kutadgu-Bilig, gökle, büyük ve kutsal göğü birbirinden şöyle ayırıyordu:
"Yaşıl Kök yarattı, öze yulduzı". Yani Tanrı, "Yeşil bir gök yarattı, üstüne de yıldızı!"
Eski Türk düşüncesine göre Tanrının bulunduğu yer, yıldızların, ayın ve hatta güneşin de üstünde idi. Tanrının yeri ise, yükseklerin yükseği ve daha yükseği olmayan sonsuzlukta idi. Bu sebeple eski Türkler bu sonsuz yüksekliği "Üzeliksiz", yani "Daha yükseği bulunmayan ebedî sonsuzluk" adını verirlerdi. Kutsal kitaplarda bu yere, yine türkçe "Üstünki", yani "En üstün olanı" adı da verilmişti. Tabiî olarak göğün bu yüksekliği yanında, yerin ve kâinatın da sonsuz bir derinliği vardı. Türkler, bu sonsuz derinlik için de "Tüpsiz tering", yani "Dipsizcesine derin", deyimini kullanıyorlardı.
Tanrıların oturduğu göğün en yüksek katı ve sonsuzluğu için söylenmiş eski türkçe başka bir deyimde de vardır. Eski Türkler bu kutsal yerleri "Tengri yerleri", yani "Tanrının oturduğu yerler" diye adlandırırlardı. Bu konuya, Gök katları ile ilgili bölümümüzde yeniden döneceğiz.
"Aşağıda Yağız Yer..."
Göktürk Yazıtları
Göğün rengi ve Tanrının rengi:
"Tengri", yani Tanrı sözünün, başlangıçtan beri Türklerde, gök kubbesini ve hatta, gök maviliğinin sonsuzluğunu ifade ettiğini söylemiştik. Çinliler de, hem gök ve hem de Tanrı için aynı sözü yani "Tien" deyimini kullanıyorlardı. Moğollar'da, Çin'in bu tesirinden kurtulmamışlardı. Moğolca'da "Tengri" yani Tanrı sözü XII. Asırda bile, henüz daha gök anlamına geliyordu. Türkler ise, göğe bir renk vererek çoğu zaman "Gök Tengri", yani "Gök Tanrı" deyimini kullanıyorlardı. Göğü, böyle renk verme yolu ile ifade etme, Türklerde görülen bir adetti. Böyle bir renklendirme, Moğollarda yoktu. Bununla beraber Moğollar da, hükümdarla ilgili yazılara, defter ve kitaplara "Kökö-bicik" veya "Kökö-debter" derlerdi. Bu yazıların "Gök rengi ile renklendirilmesi" de onlara verilen büyük önemi gösteriyordu.
Güney Sibirya'daki Türk halkları tarafından söylenen efsanelerde gök rengi, önemli bir yer tutuyordu. Onlara göre dünya topraklarının bittiği yerde, sonsuz bir "Mavi deniz" vardı. Bu denizin adı da "Kök-Tengiz", yani "Gökdeniz" idi. Bu efsanelerde geçen hükümdarların adları da "Kök-Katay", "Kök-Han" gibi, gök rengi ile sıfatlandırılmış, efsanevî hükümdarlardı. Yine bu efsanelerde, uçabilen ve konuşabilen birçok atlara ra rastlanıyordu. Bu kısrakların çoğunun renkleri de, yine gök idi. Dede Korkut Kitabında hikâyelerde de, bunların pek çok örnekleri vardır.
Öyle anlaşılıyor ki başlangıçta Türkler yalnızca "Gök" demiyorlar ve iki sözden meydena gelen "Gök Tanrı" deyimini kullanıyorlardı. Bununla beraber, Göktürk yazıtlarının bazı yerlerinde bile göğe, yalnızca "Kök" dendiği de görülmekte idi. Zaman geçtikçe, gök sıfatının önündeki "Tanrı" büsbütün kalkmış ve göğe yalnızca "Gök" denmeğe başlanmıştı. Uygur çağında ise sema için, yalnızca "Kök" denip geçiliyordu. Çünük artık Tanrı sözünün de yeni anlamları vardı ve bunları birbirinden ayırmak gerekiyordu.
"Yer" in de kutsal bir rengi vardı:
Başlangıçta gök nasıl renklendiriliyorsa; yere de, aynı şekilde renk veriliyordu. Eski Türkler, göğe "Kök Tengri" derler iken; yere de "Yağız Yer" diyorlardı. Eski Türkçede "Yağız" sözü, "Toprak rengi" anlamına gelirdi. Anadolu'da da, "Yağız Delikanlı" dendiği zaman, ilk hatıra gelen şey de, "yüzü doğuştan ve güneşten toprak rengini almış bir genç" olurdu. "Yağızlık", gençliğin, kuvvetin ve kahramanlığın da bir sembolü idi. Fakat bu renk, bazı İstanbullu şairlerin anladığı gibi, hiçbir zaman siyah anlamına gelmemişti. Gök ve mavi gibi yağız renk de, Türkler için kutsal renklerden biri idi. Eski Türkler bazan da yer ve gök sözünü bile kullanmadan, onları yalnızca renkleri ile ifade ederlerdi. Meselâ "Köklü yağızlı". "Göklü yağızlı" deyimi, "Göklü ve yerli" bir dünyayı ve o dünyanın insanlarını ifade ederdi.
"Gök" kutsallığın, "Yeşil" ise ölümlülerin rengi idi:
Göğe yalnızca "Gök" denmeğe başlandıktan sonra, ortaya yeni meselelerde çıkmaya başlamıştı. Gerçi gök kelimesi bir rengi ve maviliği ifade ediyordu. Fakat Türkler bunu çoktan unutmuşlardı. Kutsal ve önemli şeyleri renklendirme, Türk edebiyatının değişmez bir adetiydi. Bu sebeple XI. asırda göğe "Yaşıl Kök", yani "Yeşil Gök" denmeğe başlandığını da görüyoruz. Gerçi Türkler İslâm dinini kabul etmişlerdi ve bu sebeple de, gök ile yer hakkındaki fikirleri epeyce değişikliğe uğramıştı. Buna rağmen Türklerin, eski fikirleri ile, İslâmiyetin getirdiği yeni görüşleri, birbiri ile uyuşturmağa çalıştıklarını da görmüyor değiliz. Meselâ Kutadgu-Bilig, Tanrıdan söz açarken şöyle diyordu:
"Yaşıl kök yarattı, öze yulduzı". Yani (Tanrı) mavi gök yarattı, üstüne de yıldızı. "Burada karşımıza çok önemli bir mesele çıkmaktadır: Şair bu mısralarında, eski Türkler ve hatta Altay Şamanistleri gibi, gök ile yıldızları, birbirlerinden ayrı iki âlemmiş gibi kabul ediyordu. Ona göre, "Gök kubbesi başka; güneş, ay ve yıldızlar âlemi ise, bambaşka dünyalar idiler". Az sonra "Gök kubbesi" ile ilgili bölümümüze gelince, bu konuya daha geniş olarak aydınlatmış olacağız.
"Yüce Tanrı", sonsuz gök maviliklerinin ötesinde idi:
"Gök Tanrının bizzat kendisi değildi": bunu az önce Türk edebiyatında örnekler vererek göstermeğe çalışmıştık. Aslında Türk mitolojisinde birer maddî dünya olan Gökle yar arasında, belirli bir ayrılık da yapılmamıştı. Tanrı, kendi rengini göğün maviliğinden almıştı. "Fakat bu gök, bir kubbe ile kapanmış ve yıldızlar âleminden ayrılmış olan gök değil; sonsuz maviliklere bürünmüş olan uzay ve kâinat idi". İran mitolojisinde de, güneşi, yıldızları ve göğü yaratan Hürmüz (Ormazd) idi. Fakat onun karşısında ikinci bir kuvvet bulunuyordu. Yeri yaratan ve yerlerin sahibi "Ehrimen" vardı. Türk mitolojisinde ise yer ile göğün yaratılışı, ikinci bir gök, yani sonsuz uzay maviliği ile ilgili idi.
3. GÖK FEZADAN AYRI İDİ
"Ol Felekte dün olmaz,
"Ay, gün doğup dolunmaz!..."
Yunus Emre
Türklerin feza ile göğü birbirinden ayırmaları:
Uçsuz ve bucaksız gök kubbesinin altında, dünya ile ilgili bir de gök boşluğu vardı. Eski Türkler, dünyaya değen bu boşluğa, daha doğrusu "Hava" ya "Kalıg" veya "Kalık" derlerdi. Kalgıg'ın sonsuzluklara kadar uzanan büyük gökle ilgisi yoktu. Yine Türklere göre kalıg, yani "Hava", büyük gök gibi kutsal da değildi. Gerçi, bulutlar kalıg'da gezer, şiddetli yağmur ve dolular hep kalıg'dan gelirdi. Fakat herkes kuşları ile kartalların dolaştığı, keskin gözleri ile av aradıkları yer, gök ile bulutların arasıydı. "Yeryüzü, nasıl insanların ve diğer canlı varlıkların yeri ve yurdu ise; kalıg, yani hava da kuşların uçuştukları, gezindikleri ve hatta barındıkları bir bölge idi". Bu sebeple hava adetâ yeryüzünün bir parçası gibi görülüyor ve düşünülüyordu. Bunun içinde eski Türk kitapları kuşlardan söz açarken, onlara "Kalık kuşları" derlerdi. Eski Türkler, insanların yaşadığı dünyaya genel olarak "Acun" adını verirlerdi. Kuşların gezdiği hava da, Acun'un bir parçası idi.
Kuşların uçuştuğu "Hava boşluğu", Dünya'dan sayılıyordu:
Bunun için de, bu bölgeye bazı Türk kitapları, "Acun kolluk" yani dünyanın havası, göğü adını vermişlerdi. Çince eserlerden tercüme edilen eski türkçe kitaplarda kalık sözü, genel olarak çince, "kung" deyimi ile karşılanmıştır. Bu deyim de genel olarak, "Boşluk" anlamına gelirdi. Bununla beraber, "Sonsuz gök boşluğu" nu ifade etmesi için de, bu kelimeye bazı sıfatlar ilâve edilirdi.
Eski Çinliler, Hunların ve Göktürklerin yuvarlak ve kubbeli çadırlarına "Kiung-lu" adı verirlerdi. Bu deyimin etimolojisinin, "Kubbe" olması da çok muhtemeldir. Eski Ortaasya'da gök kubbesi ile çadır kubbesi, halk inanışlarında beraber gidiyorlardı. Ayrıca farsçadaki "Gerdek" sözü, "Kubbe" veya "Kubbeli bir bina" anlamına geliyordu. Türkler ise bu sözü "Gerdeğe girme" deyiminde, daha başka bir anlama kullanmışlardı. Böyle bir anlayış aslında farsçada yoktur. Gelin ile güveyinin bir çadır kubbesi altında buluşmasını Türkler, onunla benzetirmişlerdi. Aynı zamanda bu kubbe, gök kubbesi gibi de farzedilebilirdi. Görülüyor ki, bu meseleler o kadar basit değildir. İnsan ruhunun derinliklerine göre, tefsir edildikçe edilebilirlerdi. Bu da bize, Türk kültürünün ne kadar geniş ve ne kadar derin bir konu olduğunu gösteriyordu.
Altay Türkleri ise havaya "açık orın" yani "açık orun" , "açık yer" demişlerdi.
Gökle yerin sınırı, "Gök kubbesi" idi:
Kuşların uçuştuğu hava boşluğunun, tanrının ışıklarına ve tıpkı yeryüzü gibi, onun her türlü yardımlarına ihtiyacı vardı. Havada uçuşan canlılara hayat veren de, havanın çok üstündeki aydınlık ve kutsal âlemdi. Bunun için de eski Türk şiirleri şöyle diyordu:
"Dolun olsa da ay, Acun'a gelse dolsa,
"Acun ile havası, tamamen aydın olsa!"
Yine Türklere göre, dünyayı ve onun üstünü saran havayı, yalnızca güneş ve ay aydınlatmıyordu. Türlü türlü yıldızlarla, burçlar da dünyaya ışık veriyorlardı. Aslında "Oğlak" , "Balık" ve eski türkçe "Könek", yani "Kova burcu" gibi yıldız burçları, ışık vermeyen gezegenlerdi. Buna rağmen eski Türkler, bu burçlarında canlı olduklarına ve ışık verdiklerine inanıyorlardı. Eski bir Türk şiirinde, şöyle deniyor:
"Yine geldi Oğlak, Koca, hem Balık,
"Bunlar doğdu, aydınlandı hep Kalık!"
Dünyayı saran hava, yani Kalık, gök ile dünya arasında kalıyordu. Havanın da, kendine göre bir kubbesi vardı. Bu kubbe Acunu kutsal gökten tıpkı bir çatı gibi ayırıyordu. Herhalde bundan ileri gelecek ki, eski Türkler "Evin çatısı" na da kalık diyorlardı. Hatta bazıları, bu sözün anlamını, "Tavan arası" şeklinde de açıklamak istemişlerdi. Gerçekten de hava tabakası, dünya ile uzay arasında tıpkı bir tavan arası gibi idi.
4. "GÖK ÇIKRIĞI" VE "FELEK"
"Felek Uğurlu döner,
"Gece gündüzü örter!..."
Çok Eski bir Türk Şiiri
İslâm dünyasındaki "Felek" ve onun çoğulu olan "Eflâk", eski Türk mitolojisinde de yeri olan, önemli bir konu idi. Felek, genel olarak, yalnızca gökyüzü için söylenmiş bir deyimdi. Felek sözünün çoğulu olan eflâk ise, ayı, güneşi ve bütün yıldızlarla gezegenleri de içine alan bir deyimdi. İslâm âlemi, yıldızları da içine alan fezaya, çoğulla nasıl Eflâk diyorlar idiyse; Türkler de bu sonsuzluğa "Kökler" yani "Gökler" diyorlardı. Türk mitolojisinde göklerde Hanlık eden kahramanlardan söz açıldığı zaman, bunlara da "Kökler Kanı" yani "Gökler Ham" denirdi. Bugünkü türkçemizde de "Gökler hâkimi", v.s. gibi, diyegeldiğimiz deyimlerimiz de, bu alışkanlıkların sonucu olsa gerekir.
Önasya'nın yüksek kültürlerine göre Felek, durmadan üzerimizde dönen gök kubbesinden başka bir şey değildi. Bu astronomik inanış, esas itibarı ile Ptoleme, yani Batlamyus'un astronomik nazariyesine dayanıyordu. Araplar ve İranlılar, gök kubbesinin durmadan döndüğüne inandıklarından bu dönüş haline "Gerh-i Felek" demişlerdi. Türkler de bu deyimi türkçeleştirerek "Çarkı Felek" yapmışlardı.
Eski Türk ise durmadan dönen bu gök kubbesine "Gök Çığrısı" diyorlardı. Eski Türkçede "Çığrı" sözü, değirmen, su dolabı gibi, aletlerin çarkları için kullanılan bir deyimdi. İp eğirmek için kullanılan çıkrıklarla, ip makaraları da bu adla anılırlardı. Bugünkü türkçemizde kullandığımız "Çıkrık" sözü de, çığrı'nın bir küçültme eki ile türemesinden başka, bir şey değildir.
X. veya XI. asırda söylenmiş olan şu eski Türk şiiri, türklerin felek ve gök çığrığı hakkındaki düşüncelerini, bize açıklar bir durumdadır:
"Tüngri ajun törütti,
"Yulduzları çerkeşib,
"Çığrı edh tezginür,
"Tün kün üze yörgenür".
"Tanrı Acun yarattı,
"Yıldızlar sıralanır,
"Felek uğurlu döner,
"Gece gündüzü örter".
"Gök Çıkrığı" nın dönüşü, insanlara iyi veya kötü talih getiriyordu:
Bu şiir, bize çok şeyler öğretiyor. Unutmayalım ki İslâmiyetten sonra da Türkler, talih ve kaderlerini hep feleğin dönüşüne bağlıyorlardı. Bütün kötü kaderler, "Kahpe Feleğin" bir oyunu idi. Kötü şanslardan sonra, iyi günlere kavuşabilmek de, yine feleğin tabiatından ileri geliyordu. Bu şiirde, "Tanrı Acunu yarattı, gök çığrısını, yani felek de uğur verir bir şekilde dönmektedir", deniliyor. Zaten şair, şiirinin başlagıcından beri, Tanrı'ya teşekkür etmektedri. Bunun için de, her şeye rağmen, feleğin iyi döndüğünü kabul ediyor. Eğer Tanrı isteseydi, gök çığrısını, yani feleğin çarkını, insanlara daha çok kötülük verebilecek bir şekilde de döndürebilirdi.
Türkler, çarkı feleğin dönüşünü, "tezginmek" fiili ile karşılıyorlardı. İnsanlar da bir şeyin etrafından döner ve ona saygı gösterisinde bulunurlarsa, bu işi de aynı fiille ifade ederlerdi. Kâbenin etrafında dönüş ve Kâbeyi tavaf ediş de, bir nevi "tezginmek" idi. Tabiî olarak felek, çok da çabuk dönüyordu. Bu sebeple bu fiil, çabuk dönme halini de içinde topluyordu. Bu şiire göre, "Gök çevresi, kendi etrafında böyle dönerken, yıldızlarda birbiri arkasına takılıp, bir sıra ve düzen içinde dönmekte idiler. "Yıldızların böyle sürü halinde; fakat sıra sıra ve düzen içinde dönmelerine de Türkler "Çergeşmek" derlerdi. Anadolu'daki "Çerge" sözünün aslı da, buradan gelir.
"Gece" ve "Gündüz" de, Gök Çıkrığı ile beraber dönüyorlardı:
Konu bununla da bitmiyordu. Gökteki Çarkı felek kendi etrafında dönerken, onun yanında bir dönüş de vardı ki, bu da "Gündüz ve gecenin dönüşleri" idi. Şiirin son satırındaki, "gece, günüdüzü örter" cümleside, bize çok şeyler ifade eder bir duruma idi. Bu şiiriden açık olarak anlaşılıyor ki, "Türkler gündüz halini de, aydınlık bir kubbe gibi düşünüyorlardı". Bunun üstünde de, çarkı felek ve yıldızlarla beraber, gece de dönüyor ve karanlık dünyayı örtüyordu. Bunun için şiirde, "gece, gündüzün üstünü örter" denmesinin manası bu olmalıdır. Esasen Çin ve Ortaasya kültürünü tanıyanlar için, bu bir yenilik değilidir. Çin'de "Yang" (Aydınlık) ile "Ying" (Karanlık) prensiplerinin, devamlı olarak yer değiştirmeleri de vardır. Bu dönüş, gökte kendi kendini tamamlıyordu. "Türk Takvimi)de, bu anlayış üzerine dayanıyordu. Gök, 12 parçaya ayrılmış ve parça da bir hayvanla sembolleştirilmişti. Aynı zamanda bu on iki parça. 12 burcu da temsil ediyordu. Biz burada Türk takvimini yeni baştan anlatacak değiliz. Fakat şunu, hatırlatmakta da fayda vardır: "Türklerde, Gök Çıkrığı ile ilgili inançlar, yalnızca mistik düşüncelerin sonunda doğmamıştı. Türklerin Gök Çıkrığı dedikleri Çarkı felek, Türk takviminin de esasını teşkil eden bir prensip idi.
Türkler, Gök Çıkrığı ile Felek'e sonradan "Evren" dediler:
Karahanlı devleti çağında, Türkler arasında bir "Evren" deyiminin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu deyim bütün metinlerde, "Evren evrilür" yani "Evren döner" şeklinden geçiyordu. Öyle anlaşılıyor ki bu "Evren" sözü de, "evirmek", yani evirmek çıkarmak fiilinden bir isim olarak türemişti. Eski Türk şairi şöyle diyordu:
"Evren oluverdi, Bey'e verdi taht;
"Tanrı tutu versin, bu taht ile baht."
Yani şaire göre, "Evren oluverince ve iyi gidince, hükümdar da taht bulabiliyordu. Bunun için de feleğin insana gülmesi lâzımdı. Fakat feleğin bir defa verdiği bu tahtı tutabilmek için de, Tanrının insana baht ve talih vermesi lâzımdı. Niceleri vardı ki, feleğin verdiği taht üzerinde canlarını kaybetmişlerdi".
Yine eski Türklere göre, Evren, yani felek dönerken, dünya da onunla beraber dönerdi. Eski Türk şairi şöyle diyordu:
"Sen ne kadar söylersen, Dünya tükenir gider,
"Kalır ancak yazarsan, Acun Evrenle döner!..."
Bu yeni anlayışla Türkler artık Ptoleme'nin astronomik düzeninin içine girmişlerdi. "Gök yıldızlar ve dünya, hep dönmekte olan Acun'un içinde idiler. Dünya ise, içinde oturduğumuz ve gelip geçici dünyadır. Ebedî olan şey, yazılmış olan sözlerle acundur. "Yıldızlarla ilgili bölümümüzde de söylediğimiz gibi, Altay ve Batı Sibirya mitolojisine göre, "Burçlarla birlikte dünyada, Kutup yıldızının etrafında dönmekte idiler".
Türkler "Gök Çıkrığı"nı, bir "Yay" şeklinde düşünüyorlardı:
Oğuz-Kağan destanı ile ilgili bölümümüzde, göğün sembolünün "Altın yay" olduğunu söylemiştik. Karahanlı çağında Felek için, artık "Evren tuçı" denmeğe başlanmıştı. Bu deyimin geçtiği, Kutadgu-Bilig'deki eski türkçe şiir, şöyle diyordu:
"Yarattı kör, Evren tuçi evrilür,
"Anın birle tezginç, yime tezginür!..."
"Bu şiirin gerçek anlamı, şimdiye kadar Kutadgu-Bilig'i tercüme eden ve açıklayan yazarlar tarafından anlaşılamamıştır. Şair 'Evren' sözü geçtikçe, hep Evren tuçı'nın çevrildiğinden söz açmaktadır. Gerçi türkçede "Tuç" kelimesinin , "Tunç bronz" anlamına geldiğini biliyoruz. Fakat bu anlam ile, bir imkân yoktur. Şair ne diyordu? Yani çarkı felek tunçtan mı yapılmıştı? Böyle bir sonuca varabilmek için, tarihten ve etnografyadan bazı örnekler ve paraleller vermek gereklidir. Hint mitolojisinde gök, okla yere bağlanmış bir araba tekerleği gibi düşünülmüştü. Hint Vedalarında geçen bu örnek, Türk ve İslâm mitolojisine çok uzak kalıyordu. Tunçtan yapılmış bir Evren düşünmek, elbette ki dayanıksız ve tehlikeli bir yoldur. Kanaatımızca bunun açıklanması da, ancak yine Anadolu türkçesi sayesinde olabilecektir. Osmanlıların silâhlar üzerinde yazdığı kitaplarda "Tuç" veya "Tuc" sözü, yayın iki uçları anlamına geliyordu. Yayın ipi de bu iki uca bağlanırdı. Tahminimize göre Türkler Evreni bir yaya benzetiyorlar ve bu yayın, iki ucu ile ufukta döndüğünde inanıyorlardı. Oğuz destanında da bu benzetmenin bir örneğini görebiliyoruz: Oğuz-Han'ın veziri, rüyasında göğü baştan başa kesen altın bir yay görmüştü. Oğuzların Bozok boyları da, adlarını bu yaydan almakta idiler. Uygur harfleri ile yazılmış olan Oğuz destanında bu rüya, çok güzel olarak anlatılmıştır.
Evren'in dönüşünü anlatan şair, ayrıca Evrenle birlikte dönen, bir de "Tezginç" den söz açmaktadır. Az önce söylediğimiz gibi "tezginmek" eski türkçede "bir şeyin kendi etrafında dönmesi" anlamına geliyordu. Tezginç sözü ise, eski Türk sözlüklerinde "kıvrımlı ve büklümlü yol" anlamı ile karşılanıyordu. Bu cümle ile çarkı felek'in takip ettiği yoldan mı; yoksa insanların eğri büğrü kader yollarından mı söz açılmak isteniyordu. Maalesef gerçek manâsı şimdilik pek anlaşılamıyor. Çarkı feleğin dönüş halini ifade etmiş olması da muhtemel görülebilirdi.
5. MÜSLÜMAN TÜRKLERE GÖRE "FELEK"
İslâm Tasavvufunda "Göğün Katları", yukarıdan aşağıya doğru, şöyle sıralanmışlardı:
Dokuzuncu katın yukarısı: "Atlas".
Dokuzuncu kat: "Arş".
Sekizinci kat: Yıldız ve burçların bulunduğu ve döndükleri kat. Yedinci kat: 7 kattan meydana gelen göl katları.
Nitekim, Yunus Emre'nin söz açtığı, "Dokuz arslan u yedi evren-ü dört ejderha" deyimi, yalnızca gök katları ile değil; yıldız ve burç sayıları ile de ilgilidir. Bunun üzerinde derin olarak durmayacağız. Gök, durmadan döner ve göğün dönüşünden şu şeyler çıkardı: 1. Sıcak, 2. Soğuk, 3. Kuruluk, 4. Yaşlık, meydana gelirdi. Bunlardan da "Dört unsur" doğardı. Bu deyimleri bilmeden, eski Türk edbiyatını anlamanın imkânı yoktur.
Türkler "Felek"i, "Elek"e benzetiyorlar:
Türkler "Ebekuşağı" nı bir eleğe benzetmişlerdi. Bunun için de arapçadaki "Alâimi Sema" deyimi, türkçede "Eleğim-sağma" şekline girmişti. Ahmed Vefik Paşa gibi geniş bilgili bilginlerin fikri bile bu yolda idi. Aslında ise bu, bir halk benzetmesi ve etimolojisinden başka bir şey değildi. Fakat Türklerin "Felek"i, bir "elek" e benzettikleri de bir gerçekti.
Türk halk edebiyatında bunun birçok örneklerini görüyoruz. Ayrıca, bu iki söz arasında, bir kafiye benzerliği de vardı. Nitekim XVII. yüzyılda yaşamış olan Türk halk şairi Kul Adil, şöyle diyordu:
"Her insanda yetmiş ikidir melek,
"Feleğin misâli heman bir elek,
"Dört kapusı vardır, Oniki çırağ,
"Delilü burhandır uyabilürsen!"
Felek, insanları eleyip ayırması bakımından da bir eleğe benzetilmiştir. "Oniki çırağ"ise, "Oniki burç" dur. Yunus Emre, Felek'i göğün en üst yani Atlas katına uzatmıştır:
Felek-i Atlas'da durdum,
"Muhammed nûrunu gördüm,
"Yedi kezin cevlân urdum,
"Bu benim karağım anda!"
İranlı şair, Şeyh Mahmud Şebüsterî'nin Gülşen-i râz eserinin türkçe tercümesinde ise Felek, yalnızca "Arş" yani 9 uncu kat ve altındaki göklerle beraber dönmektedir.
Bu gökler Arş ile gerçi dönerler,
"Gâhi ağarlar u gâhi inerler!"
Bu sözlerle, göklerin dönmesi sırasında, alçalıp yükseldikleri de söylenmek isteniyordu. Türkler Felek'i bir yandan elek'e benzetirken, Yunus Emrede kendisinden önceki mutasavvıfların tesirinde olarak, Felek'i değirmene benzetiyordu:
"Dünya bir değirmendir ol çalaba fermandır,
"Azraildir demişler, ol unu öğüdüne!"
İslâmiyetten önceki çağlarda Türklerin de Acun, yani dünyayı bu anlamda kullandıklarını söylemiştik:
"Gökte gece olmaz" inancı, eski Türklerde de vardı:
Eski Türk inançlarında ve Ortaasya şamanizminde olduğu gibi Türk Tasavvuf edebiyatında da, "Göğün üst katlarında gece ve gündüz gibi bir ayrılık yoktu". Bu katlar, her zaman için aydınlık ve nurlu idi. Bunun örneğini de yine Yunus Emre'den alalım:
"Ol Felekte dün olmaz",
"Ay, gün doğup dolunmaz!"
Tasavvuf edebiyatındaki "Dokuz eflâk" deyimi ile "Göğün dokuz katı" söylenmek istenmiştir. Aynı deyimin içinde "Dokuz bruç" da gizlidir. Yunus Emre, buna "Dokuz arslan" diyordu. Avrupalılarda, meselâ Alman edebiyatında da "Neuen Planeten Kreis", yani "Dokuz gezegen çevresi" deyimi meşhurdur. Türk edebiyatında Felek için söylenmiş örnekler sayısızdır. Türk halk şairleri, yukarıda anlattığımız inceliklerin pek farkında değillerdi. Meselâ Pîr Sultan Abdal'ın bir şiirini buraya örnek olarak alalım:
"Gördüm Felek semalarda dönüyor,
"Talib olan mürşidinden kanıyor,
"Yüreğimde bir ot düştü yanıyor,
"Yanar, ya Muhammed, Ali çağırır!"
Eski Türklerde de "Dokuz kat gök" deyimi, hem çok yaygın ve hem de yerlidir. Zaman zaman "Dokuz burç" tan da söz açılmıyor değildi. Fakat Türklerle Çinliler, "Oniki burç" a daha çok önem veriliyorlardı. Çünkü bu anlayış, takvim düzenine de uygun geliyordu.
6. TÜRKLER VE SONSUZ FEZA
"Yeşil Gök yarattı,
"Üstüne de yıldızı!..."
Kutadgu Bilig
Tanrı, Uzayın sonsuzluğunda otururdu:
Burada "Uzay" deyimi ile, göğün mavilikleri içinde kaybolmuş, sonsuz bölgelerini anlatmak istiyoruz. Dünya, bir "Gök kubbesi" ile, sonsuz uzaydan ayrılmıştı. Türkler, Gök Kubbesi ile ayrılmış olan bu göğü, Uzaydan ayrı bir varlık olarak görüyorlardı. Onlara göre gök kubbesi, daha çok Dünya ve yer ile ilgili idi. Mitoloji bilimlerinde, "Uzay ile Dünyanın tümüne Cosmos adı verilir". Bilim adamlarına göre, "Dünya, Micro - Cosmos", yani "Küçük Âlem" dir. Yıldızların dolaştıkları gökler ile sonsuz Uzay ise, "Macro-Cosmos", yani "Büyük Âlem" dir. Türkler, genel olarak Gök Kubbesini, Dünya, yani Micro-Cosmos'la ilgili tutmuşlardı.
Türklerin, canlıların kaynaştığı ve kuşların uçuştuğu havayı, bu sonsuz kutsal mavilikle karıştırmağa gönülleri ve akılları el vermemişti. Bunun için de "Kalık" eski türkçede hemen üsütümüzdeki hava, yani Micro-Csmos idi. "Kök Kalık" ise göğün sonsuzluğunu, Macro-Cosmos'u ifade ede gelmişti. Yıldızlar âlemi de, bu göğün içinde idi.
Eski Türklerin "Üze-Kök Tengri" deyimi, Çinlilerin Şang-T'ien, yani "Yüksek, kutsal gök" deyimlerinin karşılığı idi. Cengiz Han'ın ataları olan Bozkurt ile güzel geyik de, bu yüksek ve kutsal gök'ten, (Yani moğolca De'ere Tenggeri'den) yere inmişlerdi. Bu yüksek gök, ay ile güneşin, yıldızların ve nihayet en üstünde de, Büyük Tanrı'nın oturduğu bir bölge idi.
Türklüğün eski ve büyük kültür hazinesi Kutadgu-Bilig, gökle, büyük ve kutsal göğü birbirinden şöyle ayırıyordu:
"Yaşıl Kök yarattı, öze yulduzı". Yani Tanrı, "Yeşil bir gök yarattı, üstüne de yıldızı!"
Eski Türk düşüncesine göre Tanrının bulunduğu yer, yıldızların, ayın ve hatta güneşin de üstünde idi. Tanrının yeri ise, yükseklerin yükseği ve daha yükseği olmayan sonsuzlukta idi. Bu sebeple eski Türkler bu sonsuz yüksekliği "Üzeliksiz", yani "Daha yükseği bulunmayan ebedî sonsuzluk" adını verirlerdi. Kutsal kitaplarda bu yere, yine türkçe "Üstünki", yani "En üstün olanı" adı da verilmişti. Tabiî olarak göğün bu yüksekliği yanında, yerin ve kâinatın da sonsuz bir derinliği vardı. Türkler, bu sonsuz derinlik için de "Tüpsiz tering", yani "Dipsizcesine derin", deyimini kullanıyorlardı.
Tanrıların oturduğu göğün en yüksek katı ve sonsuzluğu için söylenmiş eski türkçe başka bir deyimde de vardır. Eski Türkler bu kutsal yerleri "Tengri yerleri", yani "Tanrının oturduğu yerler" diye adlandırırlardı. Bu konuya, Gök katları ile ilgili bölümümüzde yeniden döneceğiz.
GÖĞÜN RENGİ
Reviewed by MİTOLOJİK DÜNYA
on
11:46:00
Rating:
Hiç yorum yok: